🌗 Çanakkale Türküsünün Milli Birlik Ve Beraberliğimiz Açısından Önemi
(Hollanda’nın tarım ve hayvancılık ürünleri 2014 yılı ihracatı 110 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.) Özetle; Milletçe en büyük hedefimiz; Önce Milli birlik ve beraberliğimizi sağlayarak taşeron terör örgütleri ile mücadeleyi başarmak sonra da gelişmekte olan ülkemizi gelişmiş ülke düzeyine çıkarmak
Yazının bulunmasının insanlık açısından önemi nedir açıklayınız. Çanakkale ile ilgili kısa kompozisyon örneği Laiklik ilkesinin milli birlik
15 Temmuz'da vücuduna 7 mermi isabet etmesi sonucu gazi olan Tümgeneral Ala, o gece yaşadıklarını hatırlayınca gözyaşlarını tutamadı Indica que te gusta en Facebook para ver historias
Türk İstiklâl Mücâdelesi’ne “milli birlik ve berâberlik” prensibi ile başlamış, bu mihenk taşının üzerine de “millî egemenlik” prensibini yerleştirmiştir. Bu bâbda, millî birlik ve berâberlik üzerine söylemiş olduğu sözleri hatırlamakta fayda vardır: “Düşman süngüsü altında millî birlik olmaz
Atsız Beg, Türk tarihini bir bütün olarak düşünür ve meselenin onu sistemleştirmekten ibaret olduğuna inanır. O, “milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihini ikiye ayırabiliriz” deyip, şöyle bir izahta bulunuyor: 1- Anayurttaki Türk tarihi. 2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
XP7ibhg.
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mazhar Bağlı ,Enderun Vakfının düzenlediği Çanakkale'den Afrin'e Milli Birlik ve Beraberliğimiz konferansında konuştu. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mazhar Bağlı, Enderun Vakfının düzenlediği Çanakkale'den Afrin'e Milli Birlik ve Beraberliğimiz konferansında konuştu. Nevşehir'in en köklü eğitim ve hayır kurumu olan Enderûn Eğitim Vakfı Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mazhar Bağlı'yı ağırladı. Kur'an tilaveti ve açılış konuşmasının ardından söz Prof. Dr. Mazhar Bağlı'ya ya verildi. Mazhar Bağlı dünyada etnik olarak ayrıştırılmaya çalışılan ve başarıya ulaşmış ülkelerin şu an ki durumlarının analizini yaparak konuşmasına başladı. Pakistan ve Bangladeş örneğiyle konuşmasına devam eden Mazhar Bağlı geçtiğimiz ay ziyaret ettiği Arakan'dan örneklerle Türkiye'nin şu an içerisinde bulunduğu durumu ve Afrin operasyonunun öneminden bahsetti. Afrin ve bir önceki El Bab - Celabrus operasyonunun başarıya ulaşmasının en önemli sebeplerinden biri olarak da son 15 senede halk ve devlet arasındaki bütünleşmenin önemine dikkat çeken Mazhar Bağlı soru cevap faslının ardından konuşmasını sonlandırdı. Mazhar Bağlı'nın konuşmasının ardından şehitlerimiz için okunan hatim duasıyle birlikte program sonlandırıldı.
Yaşamın başlangıcıyla beraber Dinlerin başlangıcı gerçekleşmiştir. Yüce Yaratan yaratmış olduğu kulları için dünyada ve ahirette mutluluğa erecekleri, kendi akıllarıyla doğru ve yanlışları bulabilecekleri ilahi nizamlar dinler göndermiştir. İnsanlığa gönderilen dinler içerisinde itikat, ibadet ve ahlak ilkeleri mevcuttur. Bu ilkeler ile beraber insanların topluca ibadet etmeleri gereken yerler mabetler tarih sahnesinde yerini alan bütün dinlerde mevcuttur. İster ilkel kabile dinleri olsun, isterse insanlığı derinden etkilemiş olan ve günümüzde milyarlarca müntesibi bulunan dinler olsun insanların tapındıkları mabetler her dinde olagelmiştir. Günümüzde yaşayan bütün dinlere baktığımız zaman mabetler insanların en vazgeçilmez kutsal mekanları olarak göze çarpmaktadır. Her bir yerleşim alanının temelinde mabet mevcuttur. Mabetler, şehirleşmenin ana unsuru olarak her zaman olmuş ve her zaman olacak olan ana unsurlardır. Müntesibi olmakla şeref duyduğumuz, Yüce Allah’ın kullarına göndermiş olduğu son din İslam Dininde bulunan mabetler ilk dönemlerde mescit olarak zikredilmiş, günümüzde ise bu mabetler hem “mescit” hem de “cami” olarak ifade edilmektedir. İnsanlar için ilk kurulan mabed hakkında Allah-u Teala Kur’an-ı Kerimde şöyle bildirmektedir. إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ “Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ’be’dir.”[1] Peygamber Efendimiz bir hadislerinde kendisine sorulan bir soru üzerine ilk bina edilen mescidin "el-Mescidu'l-Harâm" olduğunu cevap olarak vermiştir.[2] Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretleri esnasında ve daha sonra gerçekleştirmiş olduğu ilk ve en önemli iş mescit inşası olmuştur. Nitekim Ranuna vadisinde ilk cumanın kılındığı Kuba mescidi daha Medine’ye gelinmeden inşa edilmiş, Medine’ye hicretin tamamlanması akabinde Mescid-i Nebevi yapılmaya başlanmıştır. Peygamber Efendimizin şehirleşme planında ilk temel unsur mescit olmuştur. İnsanların bir araya geldikleri, eğitimin yapıldığı, istişare edilmek suretiyle önemli karaların alındığı yer haline gelmiştir mescid-i nebevi. Sosyal hayatın daha düzgün bir şekilde devam edebilmesi için en temel unsurların başında hep mescitler ön planda tutulmuştur. Mescit kavramı zaman içerisinde biraz daha farklı kullanımlara bürünmüş ve mescit kavramı yerine artık cami kavramı kullanılır hale gelmiştir. İlk zamanlarda sadece Cuma namazı kılınan mescitler için el-mescidü’l-cami cemaati toplayan mescit ifadesi kullanılırken, zamanla bu tabir kısaltılmış ve cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kur’an-ı Kerimde kullanış şekli olarak mescit ifadesi zikredilmiştir. Mescit ifadesi Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde tekil, çoğul veya sıfat olarak kullanılmıştır.[3] Dağınık şeyi toplamak, biriktirmek, birleştirmek, elbise giymek anlamındaki "c-m-`a" kökünden türeyen câmi', toplayan, bir araya getiren, birleştiren, müellif, mürettip demektir. Dinî terim olarak, toplu ibâdet edilen yerlere denir. Kur'ân ve sünnette câmi, mescid kavramı ile ifade edilmiştir. Mescid; secde edilen yer demektir.[4] Camilerin asıl fonksiyonu mabet oluşudur. Camiler Allah’ın anıldığı, birlik ve beraberlik içerisinde Allah’a ibadet edildiği yerlerdir. Kur’an-ı Kerimde bu hususla ilgili ayetleri sizlerle paylaşmak isterim. “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”[5], “...İlk günden temeli takva Allah’a karşı gelmekten sakınmak üzerine kurulan mescit Kuba mescidi, içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz onları sever.”[6] Camiler insanları sadece bedenen birleştiren yerler değildir. Aynı şekilde ruhları birleştiren, maneviyatı sağlamlaştıran, birlik ve beraberliğe katkı sağlayan mekanlardır. Irk, mezhep ayrılığı yoktur camilerde. Zengin fakir ayrımı, amir memur, işçi işveren ayrımı yoktur camilerde. Aynı safta omuz omuza bir araya gelen insanlar kendilerinde bulunan sıfatları bir tarafa bırakarak aynı Rabbe yönelmek, aynı kıbleye doğru bir duruş sergilemek üzere camide bir araya gelirler. Bu birliktelik gönüllere ferahlık verir. Sevgi ve saygının ihdas edilmesine zemin hazırlar. Sıkıntılar çözümlenir. İnsanlar birbirleriyle irtibatı koparmaz. Yardıma muhtaç olanlar tespit edilir. Sıkıntı içerisinde olanların sıkıntısı giderilir camilerde. Camiler Allah’ın evleri, oraya gelenler ise ev sahibi olan Allah’ın misafirleridir. Nitekim insanlar için ilk kurulan Mabedin adı Beytullah Allah’ın evi’tır. Bu sebeple Yüce Allah’ın evlerine yardım edenler, imar edenler, bakımını üstlenenler, ihtiyaçlarını karşılayanlar Allah’a iman ettiklerini ortaya koymaktadırlar. Bir ayette Yüce Yaratanımız şöyle buyurmaktadır. إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَـئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.”[7] Allah’ın evlerini imar edenler övülmekle beraber, Mescitlerin ve camilerin harap olması için çalışanlar ise zalim insanlar olarak değerlendirilmektedir. Kur’an-ı Kerimde bu husus şöyle ifade edilmektedir. وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَـئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ “Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir. Böyleler oralara eğer girerlerse ancak korka korka girebilmelidirler. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”[8] Camiler Müslümanlık nişanıdır. Her nerde görülürse görülsün orda Müslüman insanların yaşadığı hemen anlaşılır. Camiler Müminlerin bilmediklerini bildikleri, bildiklerini ise yeniden kavradıkları birer eğitim yuvalarıdır. Daha ilk dönemde başlayan bu eğitim ve öğretim günümüzde de her hafta gerçekleştirilen Cuma vaazlarıyla, Cuma gününde okunan hutbeler ile toplum ve fert hayatını ilgilendiren konulara yer verilmektedir. Müminlere her türlü kötülüklerden uzak durmalarının yanında; her türlü iyilik ve güzellikler, insan sevgisi, vatan, bayrak, ezan, Kur'an sevgisi, ana-babaya saygı, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi vaaz ve hutbelerde dile getirilmektedir. Vaazımızın bu kısmında Yüce Rabbimiz mescitlerde camilerde nasıl davranmamız gerektiğini madde başlıkları halinde ayetler ışığında sizlerle paylaşmak isterim. -Camilerde sadece ve sadece Allah’a ibadet edilir. Kur’an-ı kerimde şöyle buyrulmaktadır. “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”[9] -Camilere giderken en temiz elbisemizi giymeye özen göstermeliyiz. İnsanları rahatsız edici her türlü şeylerden uzak durmalıyız. Kur’an-ı Kerimde Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Ey Ademoğulları! Her mescitde ziynetinizi takının güzel ve temiz giyinin.”[10] -Camiler temiz tutulmalıdır. Temiz tutulmasına hem cami görevlilerimiz hem de cemaatimiz yardımcı olmalıdırlar. Cemaatimiz temiz çoraplarla camiye gelmeli, camilere elbiselerinden herhangi bir şey düşürmemeye özen göstermelidir. Cami görevlilerimiz ise cami temizliğinin Allah’ımızın bir emri olduğunu unutmamalıdırlar. Cami temizliğiyle meşgul olmak Yüce Rabbimizin emrini yerine getirmektir. Kur’an-ı Kerimde Allah-u Teala Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e şöyle emirde bulunmaktadır. “İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rukû ve secde edenler için evimi Kâbe’yi tertemiz tutun.”[11] Allah’ın evlerini temiz tutmakla ayrıca Nz. İbrahim ve Hz. İsmail’in sünnetini yerine getirdiğimizi de unutmamalıyız. Günümüzde Camilerde hizmetler, cami görevlilerimiz tarafından devam ettirilmektedir. Camilerimizde imam-hatipler, müezzin-kayyımların yanı sıra vaizler ve müftüler cemaate gerekli bilgilerin aktarılmasında cemaatimize yardımcı olmaktadır. Mescitlerde imam olarak ilk vazifeyi icra eden Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa Biz mihrabı Efendimizden emanet olarak almış görevlileriz. Bu görevin sorumluluğunu yerine getirmenin çabası içindeyiz. Allah’ın misafiri olarak Allah’ın evlerine gelen insanları ağırlama görevinin bizlere verilmesi sebebiylede ayrıca Yüce Rabbimize sonsuz kez hamd ediyoruz. Böyle önemli bir vazifeyi icra etmenin sevinci gönüllerimizi kapsamıştır. Cemaatimize beş vakit namaz kıldırmak için ön tarafta bulunmak ise vazifeler içerisinde çok büyük bir sorumluluk olduğu bilinci içerisindeyiz. İslam’da ilk müezzin Hicri 1. yılda Peygamber Efendimiz tarafından görevlendirilen Bilal-i Habeşi’dir. Bir başka sahabe Abdullah b. Ümmü Mektum’da Hz. Peygamber Efendimize müezzinlik yapanlar arasında idi. Günümüzde müezzin-kayyımlık görevini sürdüren görevlilerimiz, her gün beş vakit ezan-ı şerifi okumanın verdiği huzurla görevlerini ifa etmektedirler. Bilal-i Habeşi’nin mirası günümüzde müezzin-kayyımlara geçmiştir. Bu miras en değerli bir hazinedir. Çünkü ezan inananların nişanesidir. Her nerde duyulursa duyulsun Müslümanların varlığını ortaya koyar. Ezan, Tevhid ilkesinin en güzel şekilde bütün insanlığa aktarılmasıdır. Peygamberimizin Peygamberliğinin ilan edilmesidir. Müslümanlar her gün beş vakit ezan ile kurtuluşa ve mutluluğa, huzura ve namaza davet edilirler. Bu daveti yapan görevliler ise ne kadar bahtiyarlardır. Camide cami görevlilerimizden başka cemaati doğru bilgilerle aktaran Müftülerimiz ve Vaizlerimiz ve Diyanet İşleri Başkanlığımıza bağlı görevlilerimiz bulunmaktadır. Kürsüden halkımıza İslam Dinimizin iman, ibadet ve ahlak ile ilgili genel prensiplerin en doğru bir şekilde aktarılması, günlük hayatta karşılaşabilen sıkıntıların İslam ışığında aydınlatılmaktadır. Ayrıca manevi değerlerin yanı sıra milli değerlerimizde halkımıza aktarılmakta, milli ve manevi değerlerine bağlı, vatanını ve milletini seven bireylere yetiştirilmesi için çaba gösterilmektedir. Bireyin ve toplum huzurunun elde edilmesine katkıda bulunulmaktadır. Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır. وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[12] Yüce Rabbimizin bu emri doğrultusunda hareket edebiliyorsak ve bu ayetin sırrına mahzar olmuş bir şekilde bu topluluğun bir üyesi olabilmişsek biz Din Görevlileri için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü böyle bir topluluğun bir üyesi olmak dünya ve ahiret kurtuluşuna ermenin yoludur. Bu sebeple cami görevlisi olmak aynı zamanda Rabbimizin emrine muhatap olmak demektir. Ayrıca insanlara doğru olanı emretmek ve yanlış olandan sakındırmak ne kadar önemli ve ne kadar güzeldir. Diyanet İşleri Başkanlığı, 1986 yılında Ekim ayının ilk haftasını camiler haftası ilan etmiştir. Camiler Haftasında, camilerin ve cemaatin önemi, yazı, va'z, konferans ve hutbelerde anlatılmakta, camiler ve çevresi gözden geçirilmekte, yıllık bakım, onarım ve temizliği yapılmaktadır. Bugünkü vaazımızda Camiler ve Din görevlileri haftası münasebetiyle Camilerimizin hayatımızdaki önemini ve din görevlilerimizin cami hizmetlerindeki değerini sizlerle paylaştık. Sonuç itibariyle Camilerimiz milli ve manevi değerlerimizin en temel yapı taşlarından biridir. Birlik ve beraberliğimizin sağlamlaştırıldığı en önemli yerlerdendir. Bilmediklerimizin öğrenildiği bir eğitim yuvasıdır. Büyüklere saygı, küçüklere şefkatin en güzel aktarıldığı mekanlardır. Camilerimiz bizi birbirimize bağlayan unsurların başında gelmektedir. Müslümanlığın nişanesidir. Şehirlerin vazgeçilmez en güzel yapıları arasındadır. Mihrap, minber, kürsü caminin bütün müştemilatı bizlere birer emanettir. Cami görevlilerimiz ise Peygamber Efendimizin Bilal-i Habeşi’nin emanetlerini yerine getirebilme sorumluluğu içerisindedirler. Ayrıca Allah’ın evlerine hizmet etmenin şerefiyle doludurlar. Bu vesile ile Camiler ve Din görevlileri haftamızı tebrik ediyoruz. Bu hafta vesilesi ile cemaatimizle beraber bu vazifenin en güzel şekilde devam edebildiğini siz kıymetli cemaatimize aktarmak istiyoruz. Yapıcı olan her türlü önerileriniz bizler için çok önemlidir. Sizler Allah’ın misafirlerisiniz. Sizinle birlikte bu mekanda bulunmak bizler için çok büyük bir lütuftur. Yüce Rabbim camilerimizi, görevlilerimizi ve cemaatimiz eksik etmesin. Rabbim birlik ve beraberlik içerisinde en güzel günleri yaşamayı bizler nasip etsin. Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun. Ahmet ÜNAL Vaiz [1] Al-i İmran, 3/96 [2] Buhari, Enbiya, 40 [3] TDV, İslam Ansiklopedisi, “cami” md. [4] Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yayınları, “Cami” md. [5] Nur, 24,36 [6] Tevbe, 9/108 [7] Tevbe, 9/18 [8] Bakara, 2/114 [9] Cin, 72/18 [10] Araf, 7/31 [11] Bakara, 2/125 [12] Al-i İmran, 3/104
“Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer! Dışı baştan başa bir nesl-i kerîmin yâdı; İçi boydan boya milyonla şehîd ecsadı. Öyle meşbû-i şehâdet ki bu öksüz toprak; Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak! Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefîl, Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezîl"Süleymaniye Kürsüsünden Niçin “Edebiyatımızda Çanakkale” veya “Edebiyatımızda Çanakkale Savaşı, Çanakkale Kara ve Deniz Savaşları, Çanakkale Zaferi” değil de, “Mehmet Âkif ve Çanakkale” Çünkü artık Çanakkale deyince ilk önce Mehmet Âkif’imizi hatırlıyoruz da ondan. Çanakkale ve Mehmet Âkif birbirinden kopmaz iki kavram, iki isim hâline geldi. Bu nasıl oldu? Çanakkale Savaşı’nı ve Zaferi’ni sözle, şiirle, malzemesi kelimeler olan edebiyat sanatıyla o ebedîleştirdiği için. Çanakkale şehitleri ve bütün şehitlerimiz için, Mehmetçik için, en güzel ve en büyük, en muhteşem âbideyi kelimelerle o diktiği için. Safahat’ın 6. kitabı olan Âsım’ın sonlarında yer alan ve bağımsız bir biçimde “Çanakkale fiehitleri, Çanakkale fiehitlerine, Çanakkale fiühedâsı, Çanakkale Destanı, Meçhul Asker” adlarıyla da yayınlanan ve anılan, taşlara kazılmaya ve altınla yazılmaya layık bu şiir, ilk defa yayınlandığında; devrin ileri gelen şair, yazar ve hatiplerinden, “Kara Bir Gün”, “Rus Kimdir? Moskof Nedir?” ve “Dâüssıla” gibi çok ünlü eserlerin sahibi Süleyman Nazif şöyle diyor “Allah’ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var.” “Âsım, asrımızın a’sar-ı müstakbeleye bir hediyye-i tahassüsü, bir selâm-ı heyecânıdır.” Servet-i Fünûn’un bir başka tanınmış şair ve naşiri Cenab fiehabettin’e göre ise; “Mehmet Âkif, bizim yalnız asrımızın değil, hatta tarihimizin en büyük “dâsitânî şairi”dir... O, nefhasının müstesnâ kuvveti, kârihasının fevkalade servet ve semâhati, dehâiyyetinin pâyansız imbisatı ve san’atının tannân selâset-i mûsikîyesi ile memleketimizin yegâne dâsitânî şâiridir... Onun kalbi, fânî hislerden çok uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar Din aşkı, vatan aşkı.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bir kaç devri, uzun hayatı boyunca yaşamış “fiâir-i Âzam” unvanlı Abdülhak Hâmid de, Çanakkale Destanı için şu önemli sözü söylemiştir ”Âkif’in bu eseri, dünyâ durdukça, yaşayacaktır. Onun bir nazîrini yapmak muhaldir”. “Altının kıymetini sarraf bilir.” denilmiştir. Görüyorsunuz, bu sözleri rastgele birileri söylese fazla bir ehemmiyeti olmaz. Ama aynı sözler en büyük edebiyat otoriteleri tarafından, üstelik çağdaşı olan üç meşhur şair tarafından söyleniliyorsa ki, aslında şairlerin, genel olarak da bütün sanatçıların, birbirlerini kıskanmaları çok görülen olaylardandır, işte o zaman bu sözler çok büyük bir önem kazanıyor. Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale Zaferi’ni kutluyor ve aziz şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyoruz. Bundan altı gün önce de İstiklal Marşı’mızın TBMM’nce kabulünün yeni bir yıldönümünü idrak ediyoruz. Ne mutlu bir tesadüftür ki, millî birlik ve bütünlüğümüzün temellerinden ikisi, her yıl Mart ayında 12 ve 18 gündeme gelmektedir. Bence bu iki tarihî ve edebî olay arasında çok önemli bazı benzerlikler mevcuttur. Bir kere unutmamak lazımdır ki, I. Dünya Savaşı içinde yedi düvele karşı çarpışan Osmanlı, bu ölüm kalım mücadelesinin en önemli cephe ve safhasını oluşturan Çanakkale Muharebelerinde, denizde ve karada, düşmanlarına henüz bitmediğini, tükenmediğini göstermiş bulunmasa, yenilginin zehirini mağrur ve kuvvetli düşmanlarına yudum yudum içirmiş olmasaydı, talihinin tersine dönmesinden bu yana bütün dünyaya karşı, ilk defa “hasta adam”ın ölmediğini ispat ederek dimdik karşılarına dikilmeseydi, Osmanlı’nın külleri arasından Mondros Mütarekesi ve vatanımızın bir kısmının işgaline rağmen, yeni bir silkiniş ve dirilişle Millî Mücadele kıyamını gerçekleştirebilir ve Yeni Türk Devleti’ni kurabilir miydik? O halde, bir yığın askerî, siyasi ve içtimai gerekçelerinin tafsilatıyla ortaya koyacağı bir gerçeği bir cümlede özetleyelim; Nasıl ki, Mehmet Âkif’in kaleminden çıkmış İstiklal Marşı, Kurtuluş Savaşı henüz zaferle neticelenmeden yazılmış ve cephede çarpışan askerlerimize ve varıyla yoğuyla onu destekleyen cephe gerisindekilere büyük bir ümit ve iman aşılamış ve millî direnişin manevi dayanaklarından biri olmuşsa; Çanakkale Savaşları ve Zaferi de, tıpkı onun gibi, Kurtuluş Savaşı’mızın maddi, manevi ve askerî zemini üzerinde bina edilmiştir. Bugün de her iki savaş ve bu savaşların edebiyatımızdaki yankılarından olan Çanakkale Destanı ile İstiklâl Marşı, millet ve devlet olarak varlığımızın, millî birlik ve beraberliğimizin, iki önemli sütununu oluşturuyor. Nitekim İstiklal Marşı 1982’de Anayasa’ya da konularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilmez bir manevi mirası olduğu devletçe de tescil edilmiştir. Bu milletin gönlüne taht kurmak, dünya Türklüğünün en büyük ümidi, sevgilerini yönelttikleri yer ve bütün Müslümanların bağımsızlıklarını yeniden elde etmek için örnek aldıkları bir ülke ve devletin İstiklâl Marşı’nın şairi olmak ve İstiklâl Mücadelesi’ne zemin oluşturan büyük Çanakkale mukavemetinin en güzel destanını yazmak; bir şair için, bunlardan daha büyük şeref olur mu? Bu ona, 63 yıllık hayatı boyunca, milleti için, bütün Müslümanlar için, ağlayan bir göz, sızlayan bir yürek, karakter âbidesi bir Müslüman Türk, bir mümin olmanın ecir ve manevi mükâfatlarından biri olsa gerek. Hiç şüphesiz o, hem Millî Mücadele’nin, hem de bugünkü millî bütünlüğümüzün manevi mimarlarındandır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline koyduğu, çok değerli harçlardır. Ayrıca Âkif, sadece bu iki eseriyle değil yedi kitaptan oluşan Safahat’ıyla, öteki eserleriyle ve üstün şahsiyetiyle de millî ve manevi bütünlüğümüzün bir teminatıdır. 500 küsur sayfalık Safahat, Türkiye’de en çok basılan ve okunan şiir kitabıdır. Bugüne kadar Safahat’ın 50’den fazla baskı yaptığını söylemek, bu konuda bir fikir verebilir. Mehmet Âkif için, Türk kültür ve edebiyatının temel esaslarından biri olan bu aziz insan için, ölümünün 50. yılına rastlayan 1986’da ve onu takip eden birkaç yıl içinde, devletçe de anma toplantıları ve çeşitli faaliyetler yapıldığını biliyoruz. O tarihten bu yana, telif haklarının kamuya geçmesi ile dileyen herkes Mehmet Âkif’in eserlerini basabilmektedir. Bu cümleden olarak, Kültür Bakanlığı Safahat’ı yeniden bastırmış, ayrıca onun tenkitli basımını yaptırmıştır. Bu diziden, Mehmet Âkif’in Makaleleri de defalarca basılmıştır. Eseri, yayına, değerli hocamız Prof. Dr. Abdülkerim Abdulkadiroğlu ve eşi hazırlamıştır. Yine Kültür Bakanlığı, Yavuz Bülent Bâkiler, Neriman Malkoç Öztürkmen ve daha başka yazarların da, Âkif ve eseri üstüne hazırladığı kitapları neşretmiştir. Âkif, bugün Türk kültür ve edebiyatı içinde, birincisinden çok daha canlı ve uzun ikinci hayatını yaşamaktadır. Mehmet Âkif merhum, hayattayken de birleştirici bir şahsiyetti. Bütün bir milleti aynı ulvi gayeler etrafında birleştirerek onun güçlü olmasını sağlamaya çalışıyordu. Harbiye Nezaretine bağlı Teşkilat-ı Mahsusa Askerî İstihbarat adına Berlin’e gitmesi, “Necid Çöllerinden Medine’ye“ koşması, Millî Mücadele’de İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek, arkadaşı Eşref Edip’le Fergan birlikte çıkardığı Sebilürreşad dergisini Kuva-yı Milliye emrine vermesi, bâzı yerlerde çıkan isyanların bastırılmasındaki gayretleri, camilerdeki vaazları, hutbeleri, askere ve bütün millete maneviyat aşılayan konuşmaları, yazıları, şiirleri, gezileri, bu birleştirici şahsiyetini çok iyi gösterir. O aynı zamanda edebiyatımızda D. Mehmet Doğan’ın da belirttiği gibi, camiye girmiş, hutbe ve vaazlarda eserinden örnekler okunmuş, hemen hemen yegâne şairdir. Mevlid müellifi Süleyman Çelebi’den beri bu durum 5 asır boyunca bu ölçüde başka hiçbir Türk şairine nasip olmamıştır. Aynı hususiyetini, ölümünden sonra da eseri, şahsiyeti ve hatırası ile devam ettiriyor. Bugün biz başta Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı olmak üzere bütün tarihimizin, kahraman mücahitlerini, şehit ve gazilerimizi, Anafartalar’ı, Arıburnu’nu, Conkbayırı’nı, İstiklal Marşı’nı hep birlikte anıyorsak, bunun bence başta gelen sebebi, hem millî hafızamızı tazelemek, hem ölülerimizi veya ölümsüzlerimizi hayırla anmak, gazilerimize teşekkür etmek, bugüne hangi çetin yollardan geçilerek gelindiğini, bugünün kıymetini bilebilmek için dünü bilmek gerektiğini, bugünün kıymetini genç nesillere anlatmak ve millî varlık ve bütünlüğümüzü en güçlü şekilde devam ettirmek, bağımsız yaşamak ve milletler yarışında layık olduğumuz yeri alabilmek, geçmişimize karşı vefa, minnet ve şükran duygularımızı yenilemek içindir. Muhtaç olduğumuz bu asil duygular ve fikirler, hem Çanakkale Destanı’nda, hem de İstiklal Marşı’nda hakkıyla ve fazlasıyla vardır. Âkif bir şiirinde şöyle diyor Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Biliyorsunuz tefrika, bölücülük demektir. Aynı duygu ve düşünceler, birlikten kuvvet doğacağı, parçalanmanın, bölünmenin milletleri, devletleri, Müslümanları felakete sürükleyeceği; Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde de dile getirilmiş bir hakikattir. Safahat’ın muhtelif şiirlerinde bütün bu hususlar defalarca ve somut örneklerle, ibret verici bir biçimde ifade edilmiştir. Âkif, hayatı boyunca milletini toparlamaya, demetlemeye çalışan bir manevi çoban hayatı yaşamıştır. Çanakkale Muhârebelerinde şehit düşen Mehmetçiğe şu sözlerle seslenir “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i” Âkif gerek Çanakkale şiirinde, gerekse İstiklal Marşı’nda, vatan, din, istiklal, bayrak, millî bütünlük, hür yaşama hakkı, millet, ülkü birliği, millî tarih, ordu, şehitlik... gibi üstün kıymetlerin savunmasını yaparak emperyalizme ve haçlı zihniyetine hücum ediyor. Bu kıymetler bugün de önem ve değerlerini korumaktadır; kıyamete kadar da koruyacaktır. İşte, atalarımızdaki “din ü devlet” kaygısının, “devlet-i ebed-müddet” endişesinin de manası budur. Bugün şu veya bu tarzda bölücülük yapanlara, buna gücü yetmeyeceklere en güzel ders, ibret ve cevaplar, Âkif’in eserinde bol bol vardır. Son zamanlarda bölücülüğe yeltenenlere, böyle bir art niyet taşıyanlara söylenecek tek bir söz vardır. Ali Suavi’nin deyişiyle; “Arkadaş sen de aynı gemidesin.” Unutma ki, bu çatı yıkılırsa altında sen de kalırsın!... En geniş çerçevede milletin, özel olarak da aydınların ve gençlerin bir ortak millî kültür hamûlesine sahip kılınması, asgari değil, azami müştereklerde birleşme için aynı kültür dinamikleriyle beslenmesi yönünde, devletin gerekli tedbirleri daha yoğun biçimde alması beklenir. Bu konuda rahmetli hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Maalesef bugün aydınlarımızın müşterek okudukları on kitap bile yoktur.” derdi. Yaklaşık kırk yıl önce söylenen bu sözler, geçerliliğini maalesef bugün de korumaktadır. Milleti millet yapan en önemli unsurlardan biri, ortak mazi ise; bir diğeri de, ortak geleceği meydana getirecek olan gâye birliğidir. Ortadoğu ile ilgili kıymetli eserlerin sahibi Prof. Dr. Mim Kemal Öke, memleketimizde zaman zaman görülen bölücülük faaliyetlerinden biri üzerine yazdığı bir yazıda şunları söylüyor; “Gazetede kışkırtılıp sokağa dökülen kimselerin resmini gördükçe aklıma, nedense Mehmet Âkif geldi. Kendi kendime, acaba o insanlar; Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiliz emperyalistlerin kışkırtmasıyla tezgâhlanan isyanlara karşı, mukaddes topraklara düşüp; “Ezelden kaynaşan ervâha ayrılık var mı?Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı?Olunca minberimiz, arşımız, Hudâ’mız bir; Benim de beklediğim nur, O’nun da gâyesidir” diye haykıran Mehmet Âkif’i bilirler mi? Veya Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı ayaklananların, Filistin’de Musevi Yurdu ve Ortadoğu’da İngiliz mandası ile karşılaşınca, nasıl pişman olduklarını bilir mi?” Hâlâ ateş, barut ve duman kokuları bütün şiddetiyle devam eden Ortadoğu’da yaşanan büyük facianın Irak Savaşı ve Filistin Dramı meydana gelmesinde, asırlarca birlik ve beraberlik için kanını sebil eden atalarımıza karşı yapılan ihanetlerin, arkadan vurmaların, bir bakıma bedelinin ödenmesi hâdisesi yok mudur, dersiniz? Buna hiçbir zaman sevinmek, üzülmemek mümkün değildir; ancak Osmanlı’nın çekildiği topraklarda kurulan 30 kadar devlet veya devletçiğin, o günden bugüne kadar fokur fokur kaynaması ve kiminin kurda kuşa yem olması, düşünenler için bir ibret levhası oluşturmuyor mu? Bu konuda söyleyeceğim tek söz kaldı; “fianlı Çanakkale Müdafaası ve Millî Mücadele Destanı ve bütünüyle İstiklal Marşı hepimizindir.” Unutmamalıyız ki, hepimizde ortak olan yönler, yanlar, inançlar, özellikler, farklı olan yönleri söylemeyi bile değmez kılacak kadar fazladır. Bütün dış güçlerin parça parça edemedikleri, bölük pörçük hâle getiremedikleri, bir tek Türkiye’miz kaldı. Bu bakımdan çok dikkatli olmalıyız. Birlik ve beraberliğimize sımsıkı sarılmalıyız. Tarihte, Anadolu toprağı binlerce yıl boyunca birçok kavme mezar olmuştur. Tarihten ibret alarak, onun tekerrür etmesine fırsat vermeyelim...Not Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır. Tarih Bekir Oğuzbaşaran ERÜ Fen-Ed. Fak. TDE Böl. Öğr. Gör. Kayseri
ÇANAKKALE TÜRKÜSÜNÜN SÖZLERİ Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı, Ana Ben Gidiyom Düşmana Karşı Of Gençliğim Eyvah Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi, Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli. Of Gençliğim Eyvah. Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü, On Üçüncü Fırka Yürüdü. Of Gençliğim Eyvah. Çanakkale İçinde Bir Dolu Testi, Analar Babalar Mektubu Kesti. Of Gençliğim Eyvah. Türkü Çanakkale savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Bunu savaşta asker olan Emrullah Nutkunun annesine yazdığı mektuptan anlıyoruz. Mektupta Nutku annesine diyor “Birkaç günden beri Çanakkale sokaklarından askerler. “Çanakkale içinde Aynalı çarşı, Anne ben gidiyorum kirli buluyor”. Üstte zabitler, üst arabaları, mekkare ve deve kervanları sokağımızı doldurdu. Harp olacakmış. İngiliz ve Fransız harp filoları boğazın dışında dolaşıyormuş. Buraları bombardıman edeceklermiş. Bu bombardımanı görmek isterdim, ama yakında Çanakkale'den ayrılacağız. Ama boy kavuşacağım ben. ” Bu cümlelerden anladığımız kadar türkü cephede savaş yazılmış ve dile ulaşmış. Türkü savaşta şehit olan askerlerin anısına yazılmış. Zaten Çanakkale savaşı sırasında pek çok şiir yazılmış ve bestelenmiştir.
çanakkale türküsünün milli birlik ve beraberliğimiz açısından önemi